PROF DR AZİZ EKŞİ
Gerçekte gıda ve fobi kavramlarının yanyana gelmesi oldukça zor. Birisi yaşam için mutlak gerekli bir nesne, diğeri yaşamı zehir eden bir duygu…Fakat bilgi eksikliği ve iletişim yetersizliğinin yol açtığı tek tuhaflık bu değil…
Fobi, korku ve kaygının daha ileri biçimi olarak tanımlanıyor. Bu nedenle akıl-dışı veya mantık- ötesi korku da deniliyor. Fobinin öznesi bir nesne,bir canlı veya bir olay vb olabiliyor. Gözleme, deneyime veya anlatıma dayanabiliyor.İnsan özneden çekiniyor, kaçınıyor ve giderek korkunun esiri oluyor
Nesne kaynaklı fobilerden biri de gıda ile ilgili. Gıda fobisi kısaca, insanın yediği ekmekle, peynirle, zeytinle kavgalı olması.Bilimsel kuşkunun ötesine geçmesi.Kendisine zarar vereceği (zehirlenme, hastalanma vb) zehabına kapılması.O gıdadan yiyerek değil de korkarak hayatı kendine zehir etmesi.
NE ZAMAN BAŞLADI?
Gıda fobisinin yeni olmadığı açıktır. Toplayıcılık dönemine kadar uzandığını söylemek yanlış olmaz…Karnımızı yabani otlarla veya yemişlerle doyurmamız gerekiyor. Zehirli olup olmadığını yemeden anlamak zor.Yeyince başımıza ne geleceği belli değil.Bu gün hangi gıdaların zehirli olmadığını biliyorsak bunu yüzyıllar önceki bu deneyimlere de borçluyuz.
Denir ki; o zamanlar tatlı olanlar yararlı , acı olanlar zehirli sayılmıştır(1). Nitekim dilimizde ağı(eskiden ağu) diye bir sözcük vardır. Zehirin başka bir adıdır. Fakat acı anlamına da geliyor. Karadeniz’in “deli balı” nı bilmeyen yoktur.Yöredeki diğer bir adı “acı bal” veya “ağu bal”dır. Tadı biraz acı, fazlası da zararlıdır.Fakat gerçekte yararlı bir gıdadır. Zararlı olan kendisi değil fazlasıdır.
Dolayısıyla gıda kaynaklı korku bu acı deneyimlerle başlamış olmalı. Ancak buna fobi demek zor. Çünkü gerçek bir olguya dayanıyor. Oysa fobi çoğu kez gerçek-dışı bilgi ve öykülerden kaynaklanıyor.
NASIL GELİŞTİ?
Gıda korkularının endüstrileşme ve kentleşmeye bağlı olarak arttığı görülüyor. Bunun başlıca nedeni, çoğu insanın gıdasının başkası tarafından sağlanması veya işlenmesidir. İnsanın tükettiği gıdanın nasıl yetiştiğini veya işlendiğini görmemesidir.Dolayısı ile tükettiği gıdadan kuşku duymasıdır. Ayrıca, o dönemde gıda bilimi de henüz gelişmediği için gıda kaynaklı tehlikelerin üstesinden gelinmesi de zordur.
Somut korkuları Harwey Levenstein’ın yazdıklarından(2) izleyelim…. Ona göre gıdaya ilişkin birinci korku mikrop kaynaklıdır. Hastalık ve mikrop arasındaki ilişkinin kanıtlanması korkuya yol açıyor.Her yerde olmaları fakat gözle görülmemeleri, çok hızlı çoğalmaları, ölümcül hastalıklara yol açmaları… Gözle görülmeyen ancak sağlığı etkileyen bu mikro-canlılar hakkındaki efsaneler insanları etkiliyor.Korku fobiye dönüşmeye başlıyor. Her hastalık mikroplardan biliniyor. Bunun da ötesine geçilerek saç ağarması ve saç dökülmesi gibi doğal olgular da mikroplara bağlanıyor.
Sonraki korku sinek kaynaklıdır ve mikrop korkusu ile bağıntılıdır. Gıdalara mikrobu sinekler bulaştırıyor. Yok edilmeleri için çaba harcanıyor. Sinek toplayanlara ödül veriliyor. Geç de olsa sineklerin yok edilemeyeceği anlaşılıyor. Bu arada, kentlerde at arabasının yerini otomobilin alması ile sinekler de azalıyor.
Daha sonra süt kaynaklı korku başlıyor. İçme sütü çok sayıda çocuğun hastalanmasına ve ölümüne yol açıyor. Bunun nedeni hijyenik bilgilerin ve koşulların yetersizliği. Özellikle sulardan ve çevreden süte mikrop bulaşıyor.Süt insanlar için çok iyi bir besin kaynağı olduğu gibi mikropların çoğalması için de çok elverişli bir ortam. Verem, tifo vb mikropları insana taşıyor. Her kötülük süte bağlanıyor.Ancak pastörizasyon işleminin bulunması ile insanlar sütle yeniden barışıyor. Günümüzde, süt hakkında bu kez pastörizasyon üzerinden korku yaratılma çabası oldukça ironik bir durumdur.
Başka bir gıda fobisi de bağırsak kaynaklıdır. Bu fobi,gıda ile vücuda taşınan mikropların kalın bağırsakta gelişerek zehirlenmeye ve ölüme yol açtığı hipotezine dayanıyor. Eğer bunun önüne geçilirse yaşamın uzayacağına(140 yıl) hatta sonsuz olabileceğine inanılıyor.Bu amaçla önce kalın bağırsaktan kurtulmak gerektiği görüşü ağırlık kazanıyor.Kalın bağırsağa zaten evrimleşme sürecindeki bir biyolojik uyumsuzluk gözü ile bakılıyor. Kalın bağırsağı aldırma operasyonları başlıyor. Fakat ölümle sonuçlanan vakalar nedeni ile vazgeçiliyor.
Bu kez gündeme yoğurt geliyor. Bağırsağa taşınan ve zehirlenmeye yol açan mikropların başka bakterilerle öldürülmesi düşünülüyor. Tezin sahibi 1908 Nobel ödülü sahibi E.Metschnikoff(1845-1916)’tur. Yoğurttaki Bacillus bulgaricus adını verdiği bakteriye ümit bağlıyor.Bakteriye bu adın verilmesi “fazla yoğurt yediği için 100 yıldan uzun yaşayan “Bulgar çobanları” efsanesine dayandırılıyor.Sonraları bu uzun ömürlülüğün gerçek olmadığı ve oğulun babasının adını almasından kaynaklanan bir yanılsama olduğu anlaşılıyor. Bunun bir yanılsama olduğu, Metchnikoff’un 71 yaşında yaşamdan ayrılması ile de doğrulanıyor.
Ankara Üniversitesi’nde bize “yoğurt teknolojisi” dersini veren Prof Dr Zühtü Yöney(3) bu bakteriye B.bulgaricus adı verilmesinin yanlışlığını dile getirirdi. Yoğurdun Ortaasya kaynaklı ve bize özgü bir gıda olduğunu ve Bulgaristan’ın yoğurdu bizden öğrendiğini vurgulardı. Neyse ki günümüzde bu bakteri daha çok Lactobacillus delbrückii olarak anılıyor.
NEREYE VARDIK?
1940’lı yıllarda girdili tarım başlayınca korku kaynağı pestisitler oluyor.Gıda kaynaklı korkuların belkide en gerçekçisi. 1962 yıılnda Rachel Carlon, “sessiz bahar” kitabı ile bu tehlikeye dikkat çekiyor. Sonra pestisitlerin yerini gıda katkıları alıyor. Bilimsel gelişmelere bağlı olarak gıda katkıları için güvenli kullanılma koşulları belirleniyor.Uzun süre kolesterol insanların uykusunu kaçırıyor. Daha çok vücut tarafından sentezlendiği anlaşılınca gıdalar bu açıdan temize çıkıyor. Daha sonra gıda prosesleri okların hedefi oluyor. Gerçi buğdayın öğütülmesi ve çeltiğin soyulması besin ögesi kaybı açısından gerçekten olumsuzdur.Ancak insanlığın değirmen öncesine dönmesini beklemek gerçekçi değildir.Son yılların en önemli fobi kaynağı ise transgenik bitki ya da GDO’dur. Bu konu,yanlız insan sağlığı açısından değil gıda egemenliği açısından da tartışılıyor.
Gıda özelinde ise içme sütü, yoğurt, ekmek, piliç eti, meyve suyu v öne çıkıyor. İçme sütü, ısıl işlem ile raf ömrü uzatılan temel bir gıdadır.Isıl işlem; 100 santigrad ve altında ise pastörizasyon, üstünde ise sterilizasyon olarak tanımlanıyor. Amaç, bozulmaya yol açan mikroorganizmaların öldürülmesi. Bu sırada kuşkusuz bir miktar vitamin kaybı da oluyor. Fakat böylece sütün yararsız hatta zararlı hale getirildiği bilimsel temeli olmayan bir iddiadır. Sanki sokak sütü tüketilmeden önce dakikalarca kaynatılmıyor ve hiç besin ögesi kaybı olmuyor! Talep edilen pastörizasyon öncesine(1860) dönüş gibi bir şey…
Yoğurt, evde de köyde yapıldığı gibi, artık mandırada ve fabrikada da yapılıyor. Nerede yapılırsa yapılsın sütün yoğurda dönüşmesi başlıca iki bakteri(Streptococcus thermophilus ve Lactobacillus delbrücki) ile sağlanıyor. Sütteki şekerin(laktoz) bir kısmı süt asidine parçalanıyor, sütün asidliğini yansıtan pH değeri yaklaşık 6.5’ten 4.5’e düşüyor. Bu bakterilerden birincisi pH değeri 4.5 olunca, ikincisi ise sıcaklık 10 santigratın altına düşünce çalışamıyor. Dolayısı ile yoğurt tuttuktan sonra buzdolabına alınınca asid oluşumu ve ekşime duruyor. Yoğurdun uzun süre ekşimeden kalması, bir şey katıldığından değil, bundandır.
Piliç eti,içermese de “hormonlu” diye yaftalanan gıdalardan biridir. Fakat kanatlı sektöründe hormon kulanılmadığı özellikle vurgulanıyor.Ancak, hem büyüme desteği hem de hastalık tedavisi için antibiyotik kullanıldığı biliniyor. Dolayısı ile antibiyotiğin hormon olduğu sanılıyor. Fakat 2006 yılında büyüme faktörü olarak antibiyotik kullanılması da yasaklanıyor.Yalnızca tedavi amacı ile kullanılabiliyor. Böyle olsa da hormon kaynaklı fobi varlığını sürdürüyor.İnsanlar ucuz bir protein kaynağına kuşku ile bakıyor.
Buğday ve ekmek tartışılan başka bir gıda grubu. Tartışma esas olarak çölyak hastalığından kaynaklanıyor. Bu hastalığa buğday vb tahılların içerdiği gliyadin denilen bir protein yol açıyor.Tanısı 1953 yılında konulduğu için bu hastalığa yeni buğdayların yol açtığı düşünülüyor ve antik tahıllara dönülmesi öneriliyor.Oysa hastalık tanısı konulmadan önce de vardır.Antik buğdaylar da gliyadin içermektedir. Kaldı ki çölyak yaygınlığı %1 dolayındadır.Yaygın olan çölyak dışı buğday alerjisi(%0.3-3.0) ve glüten intoleransı(%5-7)dır.Dolayısı ile çoğu insanın buğdayla bir problemi yoktur.
Meyve suyu, meyveye en yakın içecektir. Fakat koruyucu katkı içerdiği söylenerek kuşku yaratılıyor.Yok diyenlere; “nasıl bozulmadan kaldığı?” soruluyor.Bozulmaya yol açan mikroorganizmalar ısı etkisi ile öldürülüyor.Ambalajla, sonradan mikroorganizma bulaşması önleniyor.Dolayısı ile kutu açılmadığı sürece bozulmuyor.Koruyucu içerseydi, kutu açıldıktan sonra da bozulmazdı.
SONUÇ VE ÖNERİ
İnsanların herşeyden olduğu gibi tükettiği gıdalardan da kuşku duyması doğaldır. Doğal olmayan kuşkunun gerçeklik sınırını aşması ve fobiye dönüşmesidir. Bunun birinci nedeni,gıdaların boğaz payına dayalı rekabetidir. Bir gıdanın tüketimi arttıkça diğerinin tüketimi azalıyorsa birinin diğerini kötüleme çabası gündeme geliyor. İkinci nedeni inanmaya hazır insanların varlığı ve güvenli kaynak yokluğudur. Üçüncü nedeni ise bazı bilim insanlarının popüler olma çabasıdır.
Gıda fobisinin bir çok olumsuz sonucu var. Öncelikle dengesiz beslenmeye yol açıyor. Çünkü birçok insan yok yere değerli gıdaları tüketmekten kaçınıyor. Gıdaların duyusal özelliklerinin(lezzet,renk gibi) sağladığı keyiften mahrum kalıyor. Ayrıca, takıntılı bir yaşama kapı aralanıyor ve yaşam kalitesi düşüyor.
Gıda fobisi kuşkusuz kader değildir.Yapılması gereken,toplumun güvenli bir kaynaktan bilgilendirilmesi ve bu amaçla çok disiplinli, bağımsız ve tarafsız bir “gıda güvenliği kurulu” oluşturulmasıdır. Ayrıca gıdaların etkin bir şekilde kontrol edilmesi ve kontrol sonuçlarının toplumla paylaşılmasıdır. ———–
(1)Daniel,G.1969.Food in antiquity.Thames and Hudson. London. 200 sayfa. (2)Levenstein,H.2013. Gıda korkusu(Çeviri:Ayşe Öztek). T.İş Bankası Yayını. 271 sayfa. (3)Yöney,Z.1967.Yoğurt teknolojisi. Ankara Üni.Ziraat Fakültesi yayını.101 sayfa.