Türkiye’de tarımın geldiği nokta açık…. Köyler terkediliyor, tarlalar ekilmiyor, tarımsal üretim geriliyor, gıda açığı artıyor, kuyruklar oluşuyor. Gıda açığı ithal yolu ile karşılanırken yerli üretim köstekleniyor.
Bu noktaya kuşkusuz bir gecede gelinmedi. Ülkeyi adım adım bu noktaya getiren 1980 sonrası uygulanan tarım politikalarıdır. Bu politkaların özü çiftçi desteklerinin azaltılması ve tarımın piysasa koşullarına terkedilmesidir.
Kırsal(belde/köy) nüfus 2007’de %29.5 iken 2018 yılında %7.7’ye düşüyor. 2003 yılında 2.7 milyon olan kayıtlı çiftçi sayısı ise 2018 yılında 2.1 milyona azalıyor. Başka bir tanımla 5 çiftçiden 1’i üretimden kopuyor.
Ekili alan 2002’de 19.9 milyon hektar iken 2018 yılında 15.4 milyon hektara düşüyor. Yani %23 dolayında azalıyor. Kişi başına buğday üretimi ise 2002 yılında 294 kg olan bu değer 2018 yılında 244 kg’a düşüyor. TÜİK verilerine göre hayvan varlığı artıyor gibi….Kişi başına düşen hayvan sayısı 2007’de 0.59 iken 2018’de 0.77 gözüküyor!Fakat et gereksinimi bir türlü karşılanamıyor.
Durumun böyle devam edemiyeceği açıktır. Tarımsal üretimin artırılması gerekiyor. Ancak burada yol ikiye ayrılıyor…
Ya geleneksel aile çiftçiliğinin ağırlığı korunacak… Veya holding/şirket tarımı giderek daha yaygınlaşacak. Daha doğrusu, uygulanacak politikaya bağlı olarak tarımsal üretim ya aile çiftçiliğine veya şirket tarımına dayalı olacak.
Eğer liberal tarım politikaları devam edecekse ve çiftçi destekleri göstermelik kalacaksa şirket tarımının başat olacağı açıktır. Üstelik bunun devlet desteği ile hızlandırılmasını amaçlayan projelerden söz ediliyor… Bu yaklaşım; verim artışı, kendine yeterlik gibi kavramlarla pazarlandığı için ilk bakışta çekici gibi gözükebilir. Fakat bunun toplumsal ve ekolojik açıdan yol açacağı geri-dönüşsüz hasarlar gözardı ediliyor.
S. Amin eleştirel bir yaklaşımla “gerekli koşullar sağlanırsa dünyada 3 milyar köylü tarafından üretilenin 20 milyon modern çiftçi ile üretilme” tasavvuruna dikkat çekiyor. Sözünü ettiği tasavvur gerçekte şirket tarımına dayalı bir sistemdir. Ancak S. Amin’e göre;” bunun gerçekleşmesi durumunda tarımdan kopacak olan milyarlarca insanın ne olacağı”sorusunun da yanıtlanması gerekiyor1.
Bu seçeneğin en zayıf yanı işte budur. Gerçekleşmesi durumunda kırsaldaki son çiftçi ailelerinin de tarımı terketmesi olasıdır. Çünkü bunların serbest piyasa koşullarında büyük şirketlerle rekabet etmesi beklenemez. Zamanla topraklarının da şirketlerin eline geçmeyeceğini kimse garanti edemez. Böylece kırsaldaki nüfus daha da azalırken kentler yeni yoksulları ile tanışmış olacaktır.
Şirket tarımının olumsuz yanlarından biri de,toprak ve su gibi doğal kaynakları hoyratça kullanma eğilimidir. Bu uygulamada, tarım alanı ile doğal alanın mevcut iç-içeliğinin(land sharing) ortadan kalkması ve giderek birbirinden tümüyle ayrılması (land sparing) söz konusudur. Salt verim artışı açısından bakınca bu uygulama olumlu gözükebilir. Fakat bunun ekolojik dengeyi(biyolojik çeşitlilik,yaban hayatı,toprağın korunması vb) bozacağı açıktır2.
Buna karşılık aile çiftçiliği; verim düşük olsa da doğal kaynakların korunması, tarımsal üretimin sürdürülmesi,kırsalda yaşamın devamı ve kente göçün yavaşlatılması açısından en uygun sistemdir. Ancak gelinen noktada bu sistemin yaşaması; öncelikle çiftçinin örgütlenmesine, tarımsal desteklerin artırılmasına, kırsal altyapıların ve sosyal yaşamın iyileştirilmesine bağlıdır.
Bunun yolu ise 2002 yılında rafa kaldırılan köykent projesinden geçiyor. Köykent projesi bize özgü gerçekçi bir yaklaşımdır. Gerçekte başarısız olduğu da söylenemez. Çünkü başlanan uygulama iki kez yarım kalmıştır fakat bu başarısızlığından değil iktidarın değişmesindendir ve gelen iktidarın bu projeye karşı oluşundandır.
Gerçekçi çözüm tarım sisteminin aile çiftçiliğine dayanmasıdır. Aile çiftçiliğinin köykent yaklaşımı ile yaygınlaştırılmasıdır. Dolayısı ile köykent projesini raftan indirmenin tam zamanıdır.